1 – Türkü Seven ATATÜRK

Toplumların hayatında türkü kültürünün önemli bir yeri vardır. Milletimiz ise, türkülerle bütünleşmiş, sevincini, kaderini, kara gününü bile türkülerle dile getirmiştir. “Türkü anlamak için türkü dinlemek gerek” özdeyişinin çıkması, türkü konularının çeşitli olması, ozanlarımızın türkü üstüne şiirler döktürmesi, türküyle türkülerimizin anlatılmasının temelindeki sebep de budur.

“Koşar telden tele dökülür saza
Ben beni söylerim türkülerimde
Özlem çağıl çağıl aşk yığın yığın
Ben beni söylerim türkülerimde

Gâh Emrah olurum dert ile dolan
Gâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalan
Seyrani Sümmani Karacaoğlan
Ben beni söylerim türkülerimde”

Diyen Halil Soyuer’in dörtlüklerinde olduğu gibi, kendimizi söylemişiz türkülerle. Türküyle yatmış, türküyle kalkmış, onunla yunmuş arınmışız. Hasılı insanımızın çeşitli duygu ve düşüncelerinin tek dile gelme aracı olmuş türkülerimiz. Büyük Usta Âşık Veysel “Sazım ben gidersen sen kal dünyada – Gizli sırlarımı aşikâr etme” diyerek bağlamanın dertlerimize yoldaş, türkülerimizin de iyi bir sırdaş olduğunu açıkça ifade etmiş.

Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan türkülerimiz; Aydın’da zeybek, Toroslar’da bozlak, Erzurum’da tatyan, Karadeniz’de yol havas, Urfa’da hoyrat, Malatya’da ise Arguvan olmuş dökülmüş yüreğimize. Yüreğimize dökülen türküler yâr üstüne, gurbet üstüne, ayrılık üstüne, turna üstüne.

Âşık Veysel;
“Hep beraber gelin kızlar
Bile coşar o yıldızlar
Koşulunca çifte sazlar
Türküz türkü çağırırız”

Ali Akbaş;

Bağlama dediğin üç tel bir tahta
Ne şaha baş eğmiş ne taca tahta
Tüm dertleri özetlemiş bir ahta
Bozkırda nâradır bizim türküler”

Niğdeli Fikret Dikmen;

“Anaların göz yaşını döktürür
Hasret çekenler boyun büktürür
Aşığa yürekten bir of çektirir
Şu bizim türküler bizim türküler” diyerek türkü üstüne türküler yakmışlar.

Bedri Rahmi Eyüpoğlu; “Nerede bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” diyerek türkülerdeki şiiriyetin önemini vurgulamış. Cahit Öztelli ise; Evlerinin Önü adlı kitabından aktardığımız aşağıdaki küçük hikâye ile türkü kültürünün toplumların hayatında önemli bir unsur olduğunu açıkca ifade etmiştir. (Evlerin Önü sayfa 11)

Hikaye şöyle:

“Büyük Sezar: Roma İmparatorluğu’nun başında. Roma’ya bağlı iki ülke yanyanadır. Bu ülkelerden biraz büyüğü öteki ülke halkının kendilerine katılmasını istemektedirler. Bunun için Sezar’a başvururlar. Sezar belli bir süre sonra gelmelerini, sonucu o zaman bildireceğini söyler. Sezar ülkelere gönderdiği müfettişlere iki küçük ülkenin türkü kültürünü incelettirir. Dilleri yakın olmakla birlikte türküleri her bakımdan ayrı nitelikledir. Onun üzerine gelenlerin isteklerini kabul etmez.”
Hikâyeden de anlaşıldığı gibi türkü kültürü farklı olan iki topluluktan biri, diğerinin hakimiyetini kabul etmez. Bu da; türkü kültürünün bağımsızlık sembolü olduğunun bir ifadesidir. Milletimizde de bu özellik oldukça güçlüdür. Türk milleti ileri düzeyde bir türkü kültürüne sahiptir. Buna verilen önem bu milletin bağrından 10.000 halk ezgisinin doğmasına sebep olmuştur. Hiçbir milletin 10.000 halk ezgisine sahip olduğu vaki değildir. Bu da gösteriyor ki; türkülerimiz milletimizin kendisidir.

Bu türküde:”Sabahınan erken çifte giderken
Öküzüm torbadan düştü gördün mü,”

Bir başkasında ise;
“Buyurun arkadaşlar davetim var benim
Herkes kesesinden yesin içsin saltanatım var benim
Aslı yok yaylasında bin beşyüz koyunum var benim” diyerek mizahını yapmış.

Bir başka türküde de:

“Duydunuz mu Gediklili
Şu İzmir’den gelen teli
Alganlar içinde kalmış
Ölmüş tamam bizim Ali
Seçtim kuzudan koyunu
Koydum yavrumun suyunu
Ali’mi teneşire yatmış
Nolur gösterin boyunu” diyerek ağıtını yakmış.

Bir başka türküde de: “Konma bülbül konma nergiz dalına
Öldürürler sine bir yâr yoluna” diyerek bülbüle seslenmiş.

“Gök yüzünde bölük bölük turnalar
Yok mi insafınız aldı dert beni
Başım alıp nerelere gideyim
Mecnun gibi çöle saldı dert beni” Diyerek turnaya sitem etmiş.

Turaç üstüne yaktığı şu türküde de:

“Çukurova turaç senin öz kuşun
Çiği yağarken garip garip ötmez mi
Senin sesin ilkbaharın nişanı
Aşiretler yaylasına göçmez mi” Diyerek nesli biten ve de Çukurova’nın simgesi olan turacı da ölümsüzleştirmiştir.

Gönül üstüne yakılan şu deyiş:

“Gel ha gönül havalanma
Engin ol gönül engin ol
Dünya malına güvenme
Engin ol gönül engin ol

Şu dünyanın halı böyle
Yalan yahşi geçen şöyle
Söyledikçe engin söyle
Engin ol gönül engin ol

Gökte uçar huma kuşu
Bilmeyenler atar taşı
Enginlik gönülün işi
Engin ol gönül engin ol

Teslim Abdal özüm Hak’tır
Sözümün yalanı yoktur
Engin söyle büyüklüktür
Engin ol gönül engin ol”

Dörtlükleri gönüle verilen değerin, engin gönüllü olmanın yüceliğini ifade etmektedir.

İşte milletlerin hayatında kültürün önemini bilen Atatürk; “Türk Milletinin Temeli Kültürdür” özdeyişi ile tabir yerindeyse masaya yumruğunu vurmuş, millî kültür politikasının temelini atmış, devletin yokluklar deryasında yüzmesine rağmen kültür konusunda önemli hamlelerin yapılmasını sağlamıştır.

Halkevlerinin kurulması “Türk Milletinin Temeli Kültürdür” özdeyişinin uygulamaya konuluşudur. Bunu sağlamak için 10 Şubat 1932’de Türk Ocaklarının yerine Halkevleri kurulmuştur. Halkevleri maharetiyle derlenen halk kültürü ürünlerinin bir kısmı yayımlanmış bir kısmı da fişlenerek Türk Dil Kurumu’na gönderilmiştir. Türk kültürünün derlenmesi ve değerlendirilmesi yönünden halkevleri önemli hizmetler yürütmüş, birçok folklor ürünleri halkevleri sayesinde yazıya geçebilmiştir. Halk oyunları, halk şairleri, mahallî halk müziği sanatçıları ilk defa bu kuruluşlar vasıtasıyla eserlerini sergileme fırsatı bulmuş, halk oyunları ve el sanatlarımız ise yine halkevleri sayesinde yaşatılmıştır.

O dönemde kurulan, kültürümüzün derlenip toparlanmasında önemli görev yapan halkevleri ve yayın organları şu şekilde sıralanabilir.

Halkevi Yayın Organının Adı / Bulunduğu İlin Adı
Anafarta : Çanakkale
Atan : Elazığ
Edirne : Edirne
Erzurum : Erzurum
Batı Yolu : Kırklareli
Aksu : Giresun
Altın Yaprak : Bafra
Akpınar : Niğde
Başpınar : Gaziantep
Bozok : Yozgat
Çoruh : Artvin
Çorumlu : Çorum
Derme : Malatya
Devrimin Sesi : Bilecik
Doğuş : Kars
Dört Eylül : Sivas
Görüşler : Adana
Erciyes : Kayseri
İçel : İçel
Dranas : Sinop
İnanç : Denizli
Hatay : Antakya
Ilgaz : Kastamonu
İnan : Trabzon
Fikirler : İzmir
Kaynak : Balıkesir
Konya : Konya
Taşpınar : Afyon
Türk Akdeniz : Antalya
Taşan : Merzifon
Uludağ : Bursa
Ülker : Burdur
Ülkü : Ankara
Üçsu : Edirne
Halk Bilgisi Haberleri : İstanbul / Eminönü
Yeni Türk : İstanbul
19 Mayıs : Samsun
Ordu : Ordu
Halkevi : Eskişehir
Ün : Isparta
Karacadağ : Diyarbakır
Yeşilırmak : Amasya
Duygular : Bolu
Gediz : Manisa
Yeni Doğuş : Manisa
Yeni Milas : Muğla
Ülker : Niksar
Küçük Menderes : Tire
Ocak : Urla
Uşak : Uşak

olmak üzere 50 halkevi bütün olumsuzluklara rağmen yaklaşık 51 dergi yayınlayarak, Türk kültürünün günümüze aktarılmasında önemli bir köprü olmuştur. 2000 yılında folklor içerikli yayınların nüfus oranına göre bu sayıya ulaşmaması oldukça dikkat çekicidir. 2000 yılı itibariyle ülkemizde yayınlanan belli başlı kültür dergileri ise:

İçel Kültürü : İçel
Erciyes : Kayseri
Yol : Ankara
Cem : İstanbul
Motif : İstanbul
Folklor : İstanbul
Çağrı : Ankara
Güneysu : Osmaniye
Anayurttan Ata Yurda : Ankara
Folklor edebiyat : Ankara
Harran : Şanlı Urfa
Adessa : Şanlı Urfa
Maki : İçel
Türk Edebiyatı : İstanbul
Türksoy : Ankara
Size : İstanbul
Millî Folklor : Ankara
19 Mayıs : Samsun
Ardıç Kuşu : Adana
Dörtdivan : Bolu
Kümbet : Tokat
Emirdağ’ın Sesi : Afyon
Yörtürk : Ankara

Olarak tespit edilmiştir. Bunların dışında Kerkük, Kırım (Emel) ve Azerbaycan Türklerinin (Azerbaycan) çıkarmış olduğu dergiler de bu katagoriye dahil edilebilir.
Yukarıda saymış olduğumuz dergiler Atatürk dönemiyle mukâyese edilecek olursa, TBMM’sindeki bayan milletvekili sayısında olduğu gibi istenilenin çok altındadır. Atatürk döneminde 1935 seçimleri itibariyle meclisteki bayan milletvekillerinin sayısı 18’dir. Milletvekili sayısı 400’dür. 2000 yılında bayan milletvekili sayısı ise 22’dir. Milletvekili sayısı ise 550. Atatürk döneminde 18 olan bayan milletvekili sayısının 2000 yılında üç beş katı olması gerekirken istenilen artış sağlanamamıştır. Bu da ülkemizin o günden bu güne dergi sayısında olduğu gibi kat ettiği mesafenin bir göstergesidir.

1972 yılında ilk yapılan nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu on üç milyondu. 1995 yılında yapılan nüfus sayımında ise Türkiye’nin nüfusu 65 milyon küsürdür. Buna göre; 2000 yılında ülkemizde yayınlanan dergi sayısının nüfus oranına göre oldukça fazla olması gerekirken maalesef geriye gitmiştir. Bu da okumayan bir nesle ait televole kültürünün ortaya çıkmasını sağlamış, ciddî meseleler ikinci plânda kalmış, magazin kültürü ise başköşeye oturmuştur. Halbuki Atatürk, Türk kültürünün:

Halk Edebiyatı
Türk Musikisi
Halk Musikisi
Geleneksel Türk Tiyatrosu
Halk Oyunları
Türk Halk Sporları

Gelenek, Görenek, Halk İnançları, Halk HekimliğiEl Sanatları, Halk Mutfağı
Türk Folkloru gibi konularla bizzat ilgilenmiş, konuyla ilgili verdiği talimatlarında da takipçisi olmuştur.

Aslında O; güzel sanatların her dalıyla ilgilenmiş, musikî devrimini gerçekleştirmek için de yoğun bir çaba harcamıştır. Zira onun için musikî hayatın kendisidir. Çünkü O; insan ve toplum hayatında musikînin önemli bir yeri olduğunu bilmektedir. Onun için de: 14 Ekim 1925 İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyaretinde Kız Öğretmen Okulu öğrencilerinin: Hayatta musiki gerekli midir? Sorusuna Atatürk:

“Hayatta musikî gerekli değildir. Çünkü hayat musikîdir. Musikî ile ilgisi olmayan mahlükât insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise musikî mutlaka vardır. Musikîsiz hayat zaten mevcut olamaz. Musikî hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve herşeyidir. Yalnız musikînin türü üzerinde düşünmeğe değer.” Cevabını vermiştir.

İşte O: “Musikî ile ilgisi olmayan mahlûkat insan değildir” diyen, musikî ile ilgisi olmayanın hayvan bile olamıyacağını, müzik dinleyen ineğin dinlemeyene göre daha fazla süt vereceğini, hastalıkların bile müzikle tedavi edildiğini bilen bir cumhurbaşkanıdır.

O, öyle bir cumhurbaşkanıdır ki; araştırma yaptıran, segâh, nihavent, rast makamlarını, diyezi bemolü bilen, türküleri başkalarına öğretecek kadar bilgi birikimine sahip olan,

“Câna rakibi handan edersin
Ben bî vefayı giryan edersin
Bigânelerle ünsiyet etme
Bana cihanı zindan edersin”

şarkısındaki “edersin-i idersin, etmi-yi itme” olarak teleffuz edenlerin diksoyon bozukluklarını düzelten bir cumhurbaşkanıdır.

Meşklerinde; Tamburacı Osman Pehlivan’ı, Sadi Yaver Ataman’ı, Neyzen Tevfik’i, Safiye Ayla’yı, Ankaralı Köfteci Cafer’i, Diyarbakırlı Celal Güzelses’i dinleyen, Celal Güzelses’e Şark Bülbülü ünvanını veren, Yemen Türküsü’nü dinlerken ağlayan, bozlak açısının bir nevi taksim olduğunu söyleyen, “Musikî insana gerek değil, insanın kendisi zaten musikîdir” diyen bir cumhurbaşkanıdır.

Bülbülüm altın kafeste; Vardar Ovası, Manastırın ortasında vardır bir havuz türkülerinin radyoya geçmesini sağlayan, Antalya’ya giderken resmî konvoyu durdurarak bir çobana demirciler demir döver tunç olur türküsünü söylettirip 50 lira veren, Türk’ün bağlamasını tanıyan, türküler söyleyen, “Anadolu’nun kültürü işte bu küçük sazın içindedir” diyerek bağlamaya değer veren bir cumhurbaşkanıdır.
Döneminde İstanbul Belediye Konservatuvarı tarafından derlenerek defterler halinde yayınlanan Anadolu Halk Türküleri kitaplarını inceleyerek kitaplarda yayınlanan;

Turnalar : Sivas
Kevenk yolu : Erzincan
Lazutlar : Karadeniz
Dağlar Dağlar : Sivas

Adlı türkülere özel işaretler koyarak sevdiğini belli eden;
Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime (Haydar Haydar) Nesimi
Ben şehid-i bâdeyim dostlar demim yad eyleyin (Kemal)

Adlı Alevi nefeslerini söyleyen;

Yörük Ali
Kahpe Felek Kinin mi Var Alacak
Ankara Misketi
Mızıka Çalındı Düğün mü Sandın
Ey Benim Mestane Gözlüm
Çanakkale İçinde Vurdular Beni
İki Dilber Söyleşirler Gel Gidelim Daylere
Bülbülüm Altın Kafeste
Vardar Ovası
Pencere Açıldı Bilâl Oğlan
Dağlar Dağlar Viran Dağlar
Alişimin Kaşları Kare
Manastır’ın Ortasında Var Bir Havuz
Ayağına Giymiş Sedef Nalini
Gide Gide Yarelerim Delindi
Köşkün Var Deryaya Karşı
Yemenimin Uçları
Zeynep Bu Güzellik Var mı Soyunda
Atladım Bahçene Girdim
Ölüm Allah’ın Emri / Ayrılık Olmasaydı
Şahane Gözler Şahane
Havada Bulut Yok Bu ne Dumandır
Keten Gömlek Giyer Evlât Teninden Nazik
Yemenimde Hare Var
Alıverin Bağlamamı Çalayım
Yanık Ömer Saadettin Kaynak
Elâ Gözlerine Kurban Olduğum Saadettin Kaynak
Batan Gün Kana Benziyor Saadettin Kaynak
Ey Benim Mestane Gözlüm

gibi türküleri bizzat söyleyen bir cumhurbaşkanıdır.

Rast, nihavent ve segah makamlarını çok seven;
Ben Şehid-i Bâdeyim Dostlar Beni Yadeyleyin
Yeter Artık Çeker Oldum Şu Cihanın Gamını
Yârab Ne Eksilirdi Deryayı İzzetinden
Nihansın Dideden Ey Mest;i Nazım
Habgâh-ı Yâre Girdim Arziçün Ahvalimi
Câna Rakibi Handan edersin (Uşşak-Gürifsen Asım Bey)
Bir Katresin İçenler Çeşme-i Pür Hûn-u Fenadan
Dil Seni Sevmeyeni Sevmede Lezzet mi Olur
Aşk Ateşi Sinemde Yine Sule Feşandır
Gönlüm Üzgün Naz-ü İstigna ile eş Şivekâr (Uşşak)
Ah Kerem Eyle Mestane Kıl Bir Nigâh (Hüzzam-Medeni Aziz Efendi)
Bade-i Vuslat İçilsin Kâse-i Fağfurdan (Şadaraban-Tamburi Faize Hanım)
Pek Revadır Sevdiğim Ettiklerin (Suzinâk-Ahmet Rasim Bey)
Ah Ne Semtten Canım Bu Geliş (Kemani Rıza Efendi)

Adlı şarkı ve gazelleri söyleyen, söylenirken eşlik eden, zeybek oynayan, Balkan Festivalinde Artvin barına adını verdiren, halk oyunları oynanırken “Bu figür şöyle olsa daha iyi olur” diyerek müdahale eden, oyun figürüne varıncaya kadar inceliklerini düşünen ve o estetiği yaşayan bir cumhurbaşkanıdır.

Kısaca O, Türkü sevdalısı bir cumhurbaşkanıdır. Tamburacı Osman Pehlivan, Sadi Yaver Ataman onun türkü sevdasına ilk şahit olan sanatçılardandır.
Sadi Yaver Ataman onun türkü sevdasını, Atatürk ve Türk Musikisi aldı kitabında şöyle dile getirmektedir:

“Zaferden sonra Atatürk’ün İstanbul’a ilk gelişleriydi. 1927 Temmuz ayına rastlamaktadır.

Zamanın ünlü yazarlarından Ahmet Rasim Bey, Tamburacı Osman Pehlivan’la beni bir akşam Dolmabahçe Sarayı’na götürmüştü. Anadolu’dan İstanbul’a tahsile gelmiş 17-18 yaşlarında bir gençtim. Ahmet Rasim Bey beni Kadıköy Şark Musikisi Cemiyeti’nden tanıyordu. Bağlama çaldığımı da bildiği için Atatürk’e beni de dinletmek istemiş.

O sırada (1927) halk musikîsi diye meydanda birşey yoktu. Köylerde kapalı bir folklor hayatı vardı. Memleketimizde henüz yeni kurulmuş, İstanbul büyük postahanenin üst katında yayınlar yapan radyoda ağırlığını Klâsik Türk Musikîsi fasılları teşkil eden programlar arasında halk musikisî olarak Tamburacı Osman Pehlivan bir de ben vardım. O zaman yeni hareket sayılan bu yayınları Atatürk dinlemiş, yada dinleyenlerden duymuş olacak ki, daha önce tanıdığı Osman Pehlivan’la beni de dinlemiş olacaktı.

O akşam böyle seçkin bir toplantıya ilk kez katılmış olmanın, hele Atatürk gibi gönlümüzde yüceliğini hissettiğimiz büyük bir insanın huzurunda bulunmanın aşırı heyecanı içinde salona girdiğim de uzak yemek masasının baş tarafında oturan Atatürk’ü yüreğim çarparak selâmladım. Başını hafifçe eğerek selâmladı.
Ahmet Rasim Bey’e nazik bir gülümsemeyle:

Şöyle buyrun Ahmet Rasim beyefendi diye yanına çağırdı.
Bizi büyük yemek masasının karşısına gelen yerde küçük bir masaya oturttular.
Bir Anadolu çocuğu için ilk anda bana garip görünen beyaz ceketli, papyon kıravatlı, siyah pantolonlu gayet şık garsonlardan biri yanımıza gelerek ne içeceğimizi sordu. Osman Pehliven rakı istedi. Biraz sonra küçük bir sürahi rakı, küçük tabaklar içinde çeşitli mezelerde sofrayı donattı. Bardaklara rakı koyarak gitti.
Ben içki içmediğim için kadehe el sürmedim. Osman Pehlivan bardakdaki rakıyı bir hamlede içti. Boğazına son derece düşkün olan Pehlivan küçük tabaklardaki mezeleri de sildi süpürdü.

Kaçamak bakışlarla Atatürk’e bakıyordum. Son derece hareketli mimiklerle konuşuyordu. Ne konuştuğunu aradaki mesafe dolayısıyla duyamıyordum.
Bir ara gözü bize ilişti. Yerinden kalktı. Bize doğru geldi. Ayağa kalkarak tâzimle selamladık.

Osman Pehlivan’ı evvelce tanıdığı için Rumeli şivesiyle:
A be Pilivan Aga sıpırtıriyer misin ba? diye takıldı. Osman Pehlivan aynı şive ile cevap verdi.

Arada kâzi (sırada) sıpırtıriyerim be Paşam.
Atatürk sofradaki boş tabakları görünce durumu anlamış, garsona işaret ederek sofrayı yeniden donatmasını istemişti.
Ahmet Rasim Bey beni takdim etti:
Efendim Anadolu sazı çalıyor. İstidatlı bir genç. Atatürk hafif bir gülücükle elini uzatta. Saygı ile elini öptüm. Eli sıcak ve yumuşaktı. Biraz ötede bir koltuğa oturdu. Tamburacı Osman Pehlivan’ın çalıp okuduğu birkaç Rumeli türküsünden sonra Ahmet Rasim Bey’in işaretiyle bir zeybek havası çaldım. Bitirdikten sonra ayağa kalktı. Yanımıza geldi. Buna hitap ederek: Güzel çalıyorsun dedi. Bu sazı nereden öğrendin?

Safranbolu’da öğrendim efendim.
Sen oralı mısın?
Evet efendim
İstanbul’a niçin geldin?
Tahsil için geldim efendim.
Ne tahsil edeceksin

Dişçi okuluna girdim. Türkiyat Enstitüsüne ve Konservatuvara da devam ediyorum efendim.

O iyi işte. Sanatı bilgi ile techiz etmekte fayda vardır.
Heyacanım yavaş yavaş geçiyordu. Atatürk:
Bununla bir taksim yapabilir misin?
Bir bozlak ayağı yapayım efendim
O ne demek?
Bir uzun hava çeşididir efendim
Uzun hava dediğin güzel gibi bir şey mi?
Bazı farklar vardır efendim
Ne gibi?
Artık iyice açılmıştım. Bu büyük insanın etrafıma ferahlık veren yumuşak bir havası vardı. Belli ki imtihan ediyordu. Safiyane cevaplar verişim hoşuna gitmiş olacak ki hafif bir gülücükle beni dinliyor.

Gazelin kendine has uslûbu ve icra tarzı olduğunu matla denilen bir girişten başlayarak zemin, meyan karar gibi şekle ait saflaharı bulunduğunu, taban seslerden başlayarak çıkıcı bir seyirle Türk musikîsinin sesle yapılan bir taksim niteliği taşıdığı, uzun havaların ise böyle bir şekle tabii olmadığını her bölgeye mahsus değişik ağızlar halinde, genellikle doruk seslerden başlayarak tabana inen, serbest ölçülü bir ırlama tarzı olduğunu hiç kekelemeden anlatmaya çalıştım.

Atatürk:
“Irlama ne demek” diye sordu. Bozlak tarzı uzun havaların yaygın olduğu yaylacı Türk toplulukları arasında genellikle türkü çağırmaya “ırlama” denildiğini söyledim. “Haydi öyle ise dinleyelim” dediler. Bir bozlak ayağı yaparak, oyun havasına bağladım. Bitirdikten sonra sonra sazı kendisine vermemi istedi. Aldı tellerine bir dokundu ve hiç unutamadığım şu sözleri söyledi. “Genç arkadaşıma teşekkür ederim. Bize Anadolu’nun güzel havasını getirdi. Bir milletin kültür ve sanat karakterini, seviyesini, millî geleneklerine bağlı kalarak medeni dünyanın kendisine ayak uydurmaya mecbur olduğumuzu unutmamalıyız. Bunu bu vesile ile söylemekten de memnunum. Beyler bu bir Türk sazıdır. Bu küçük sazın içinde bir milletin kültürü dile geliyor. Bu küçük sazın bağrından kopan nağmeleri bu istikamette geliştirmeye ve değerlendirmeye kıymet ve ehemmiyet verilmelidir” diyerek sözlerini noktaladı. Ancak Atatürk’ün: “Beyler bu bir Türk sazıdır. Bu küçük sazın içinde bir milletin kültürü dile geliyor… Kıymet ve ehemmiyet verilmelidir” cümlesi çok önemlidir. Hayalindeki musikî devrimi de bu cümlenin içindedir. Bu cümle çok iyi analiz edilerek Atatürk’ün musikî devrimi gerçekleştirilmelidir.

SONUÇ:
Atatürk Cumhuriyet tarihinde musikîyle yakınen ilgilenen, şarkı türkü ve gazel söyleyen, Ankara’nın Misketine oynayan, mahallî halk müziği sanatçılarını dinleyen, değer veren ilk ve tek cumhurbaşkanıdır. Acaba cumhuriyet tarihinde mahallî bir halk müziği sanatçısı Çankaya Köşküne çıkıp da Türkiye Cumhurbaşkanının huzurunda kendi öz sazını çalıp türkü söylemiş midir? Bırakın söyletmeyi hangi cumhurbaşkanı Tamburacı Osman Pehlivan’ı, Sadi Yaver Ataman’ı Kırşehirli Çekil Ali’yi, Keskinli Hacı Taşan’ı, Fethiyeli Topal Ramazan’ı, Kütahyalı Hisarlı Ahmet’i (İnegöllü), bilir. Bilmesini bırakın Türk Halk Müziği konusundaki yerinden ve hizmetinden bile haberdar değildir.

Maalesef ülkemizde cumhurbaşkanları, senfoni orkestrasını dinle, operaya gider psikoloji hakimdir. İşte bu psikolojiyi kıran büyük insan türkü sevdalısı Atatürk’tür. O hemen Kastenyet’i dinlemiş, hem de türkü söylemiştir. Fakat gelenler bu düşünceyi devam ettirememişlerdir. Senfoni orkestrasını dinleyip “işte çağdaşlık budur” diye ahkâm kesen bir cumhurbaşkanıyla Atatürk arasındaki fark budur. Bu hem devlet adamlığında bir çığır, hem de engin gönüllü olmanın en yüce vasfıdır. Zira o Atatürk’tür. Türkü seven en büyük Türktür. “Türk olmak, üstün olmak için kâfidir” diyen bir Atatürk’tür.

Onun için de Atatürk’ten sonra gelen cumhurbaşkanları belirli bir türkü ve şarkı repertuvarına sahip olmadan, felanca cumhurbaşkanının sevdiği şarkı ve türküler adlı bir kitap yayınlanmadan günlerini tamamlamışlar, bize de: O meşhur arabesk şarkıyı bırakmışlar.

“Allah Allah bu nasıl sevmek
Allah Allah bu nasıl gülmek”

Eğer Atatürk gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanları Türk kültürüyle yakınen ilgilenselerdi, zeybek oynayarak Ankara’nın Misketi’ni çaldırıp söyletselerdi, millî kültür ve millî müzik politikası belirli bir çizgiye oturur, sanat özelliği taşımayan eserler toplumumuzun boşuna vaktini almaz, tele vole kültürü, hamburger gençliği de bu kadar başını alıp gitmezdi.

 

2- TELLİ TURNAM SELÂM GÖTÜR / SEVDİĞİMİN DİYARINA

Halil ATILGAN

Turna; Anadolu insanıyla bütünleşen, türkülerimize, şiirimize, edebiyatımıza giren, bereketin, iyiliğin, güzelliğin, haberin, sevginin ve özgürlüğün simgesi olarak bilinen bir kuştur. Korunması gerektiğine, öldürülmesinin uğursuzluk getireceğine inanılır. Çok âşık turnayı görmediği halde onun üstüne dörtlükler döktürmüş, sevgilisine turna ile haber göndermiş.“Allı turnam bizim ele varırsan /Şeker söyle kaymak söyle bal söyle“ demiş. Turna: Allı turna, telli turna, sarı turna benzetmeleriyle Türk insanın gönlüne girmiş, konduğu tarlaya bereket yağdırdığına inanılmıştır.

Turnalar tek eşlidir. Eşi ölürse geride kalan ölmeyi tercih eder. Kendine yeni bir eş bulmaz. Turnalar sürekli çift yaşayarak yuvalarını diğerlerinden ayırırlar ve korurlar. Kuluçka döneminde anne ve baba nöbetleşerek yuvayı beklerler. Yaşlanan anne ve babanın bakılması, beslenmesi de geride kalan çocuklar tarafından yürütülür. Uzun ömürlü olduğu, bazı kaynaklara göre yüz yıl yaşadığı söylenmektedir. Gururlarına düşkün, son derece sade bir yaşayışı tercih ederek hayatlarını sürdürürler. Bu nedenle insanlar turnayı korumaya çalışır. Yuvalarını bozmaz, vurmaz, avlamaz. Avlandığı takdirde avcısına felaketler getireceğinin inancı yaygındır.

Allı Turnam.

Turnalar dünyada geniş bir coğrafyaya sahiptir. Japonlarda kutsal bir kuştur. Hindularda inek ne ise Japonlarda da turna öyledir. Mısır’da, Avustralya’da Amerika’da, Roma’da, Hindistan’da, Rusya’da, Orta Asya Türklerinde de turna bilinir. Adının Japoncadan geldiğine inanılır. Türkler turnanın Gök Tanrı’yı temsil ettiğine inanır. Bu inanç onun kutsal bir kuş olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Bilinen ülkelerde de özgürlüğü, barışı ve huzuru temsil etmiş olması turnayı kutsal bir kimliğe kavuşturmuştur. Böyle bir kimliğe sahip olması sonucunda ülkemizde bir halk ozanımız mahlasını Şah Turna koymuş, tapşırmasında da bu mahlası kullanmıştır. Benim de bizzat tanıdığım Şah Turna bayan ozanlarımızdan olup gözleri ama 1950 Sivas Gürün doğumludur.

Değişik ülke kültürlerinde de karşımıza çıkan turna, kilim nakışlarında dahi kendisini göstermiş. Anadolu insanın dilinde, telinde, yağlığında, yazmasında çorabında, dokumasında turna motifi kullanılmıştır.

Kızılderililerin başlarında kuş tüyünden yapılmış özel başlıklar bizim kültürümüzde de yaygındır. Yeni yakında Tarsus’a bağlı Tahtacı köylerinde, Gazi Antep’in Nizip ilçesinin Barak köylerinde bu geleneğin hâlâ yaşadığını tespit ettik. Uğur getirmesi için gelinlerin başına turna teleği (teli) takıldığına, genç kızların güzelliğini anlatmak için başlıklarının turna teleği ile (tüy-tel) süslendiğine şahit olduk. Ama ne acıdır ki başlıklara daha önce turna teleği takılırken bu zaman içinde tavuk tüyüne, tavuk tüyü de yerini çiçek takmaya bırakmıştır.

Eğer uğrar isen bizim ellere / Selam söyle orda açan güllere.

Anadolu’da turna özellikle Alevi – Bektaşi ozanlarımız tarafından daha da çok işlenmiş. Ozan turnayı görmemiş olsa da içindeki duygu ve düşünceler ona turnalı bir şiir yazdırmıştır. Onun için turna Anadolu Aleviliğinde önemlidir. Alevî-Bektaşi anlayışında turna Hz. Ali’yi temsil eder. Ahmet Yesevi’nin turna, Hacı Bektaş-i Veli’nin de güvercin donuna büründüğüne inanılır.

“Erzurum yöresine ait sıra barlarından dördüncü barın adı da Turna Barıdır. Turna Barında biri kadın, diğeri erkek olmak üzere iki oyuncu, bir çift turnayı temsil ederler. Oyunda ara sıra ötüşme taklitleri yapılır. İki oyuncunun birbirleri etrafında dönmeleriyle oyuna başlanır. Erkek oyuncu dişiyi aldatarak diz üstü yere çöktürür. Etrafında üç devir yaptıktan sonra sırtına çıkıp oynar. Sonra da yine erkek tarafından kaldırılır ve oyun biter. Turna barı, düğünlerde Erzurum kadınlarınca da oynana gelmiştir.

Oyunda turnanın hareketlerini taklit eden figürler vardır. Barın belirli bir yerinde erkek dişiyi çökmeye mecbur edince, seyircilerden biri dişinin önünde fındık, badem gibi şeyler koymayı unutmaz. Dişi, turna, bunları kuşun hareketlerini taklit ederek yer ve erkeği gözüyle takip ederek ötmeye başlar. Erkek turna dişinin sırtına çıkarken kanatlarını çırpar. Bunun asıl manasını çözmek güç değildir. Bölgenin en uzun ömürlü barlarından olduğu, Asya’da da çeşitlerinin bulunmasıyla sabittir.

Dünyadaki 15 tür turnadan ikisi; turna ve telli turna Türkiye’de düzenli olarak görülür. Turnanın boyu 110 – 120cm’yi buluyor. Türk halk edebiyatında özelikle Anadolu’da eski, yeni bütün lehçe ve ağızlarda turna / durna kelimesi ile adlandırılan kuş, leylek büyüklüğünde, uzun bacaklı, zarif boyunlu, parlak, duru güzel gözlü göçmen bir su kuşudur. Turnanın başının arka tarafında geriye doğru sarkan bir zülfü vardır. Tepesi, kanatlarının ucu, boynunun bir bölümü kara renktedir. Kanatlarında göz alıcı, mâvi kırmızı ve yeşil tüyler vardır. Genellikle step gibi kurak ovalarda, özellikle nehir vadilerinde, göllerde ve bataklık yerlerde görülen sıcak ülkeler kuşu turna, iki yumurta yumurtlar. Bu yumurtalar mâvimsi, çilli, karışık renktedir. Eşler, kuluçka zamanı yuvayı nöbetleşe beklerler ve yuvaya yaklaşan yabancıya saldırırlar.

Gökyüzünün gülü.

Bilindiği üzere sanatta tabiat unsurlarının, hayvanların ve kuşların birer sembol olarak kullanılması Totemizm ve Şamanizm gibi inançların canlı görüldüğü eski devirlere kadar gitmektedir. Bu unsur veya sembollerin bazıları az çok içerik değiştirerek birer motif ve konu olarak zamanımıza kadar gelmiştir. At, boğa, kurt, geyik, koyun gibi hayvanlarla bülbül, güvercin, leylek gibi kuşlar, gül, lâle, menekşe nevinden çiçeklerin şairlere ilham verdiğini gösteren bir hayli kaynak mevcut. Bu canlı varlıklar arasında özellikle turnanın kutsal bir yeri vardır.”
Turna türkülerimizle de içli dışlıdır: Hiçbir ülkenin halk şarkılarında bizim türkülerimizdeki gibi işlenmemiştir. Bu da milletimizin turnaya verdiği değerin açık seçik bir ifadesidir.“Dost eline giden turnam / Bekle kelamı kelâmı” dizelerinde kesinlikle haber götüren bir ulak olarak düşünülmüş. Ozanımız: “Turnam uğrar isen bizim ellere / Selam söyle orda açan güllere” diyerek sıladaki güllerine dahi turna ile selam salmıştır. O selam alıp vermenin usta bir icracısıdır. Onun için de her aşığın gönlüne girmiş. “Bağdat’ın Basra’nın telli turnası / Turna yardan haber geldi eğlenme” diyerek sevdiğinin adının da turna olduğunu ifade etmiştir. Milletimizin duygu yüklü oluşu, çocuklarına gurbet, turna adlarının verilmesini sağlamış, Anadolu insanı çocuğunun adını turna koyarak ona verdiği değeri ifade etmiştir.

Badat’ın Basra’nın telli turnası.

Halk müziğimizde türküler gruplara ayrılarak türkü çeşitleri özellikleriyle anlatılmaya çalışılmıştır. Kına Türküleri, Düğün Türküleri, Ninniler, Ağıtlar, Kahramanlık Türküleri gibi çeşitlere ayrılırken “Turnalı Türküler” bu değerlendir- menin dışında kalmıştır. Ben şimdi türkülerimizin tasnifine bir tür daha eklemek istiyorum. Turnalı Türküler. Bu tasniften sonra inanıyorum ki turna üstüne yakılanlar sevgi ve aşk türkülerinden sonra ilk sırayı alan bir tür olarak karşımıza çıkacaktır.

Anadolu da turna denilince hasret gelir, gurbet gelir akla. Bir gelinin telli duvağıyla, Kızılırmak’ta sele kapıldığını hatırlar insanoğlu. Sonra, o da yanık bir türkü olur: “Nettin Kızılırmak aldın allı gelini / Çevresi oyalı pullu gelini” diyerek dökülür yüreğimize. Sarı sıcakta, kızak çeken, ekin biçen, ot kazan, harman süren işçileri hatırlatır turna. O gurbetin, kavuşmanın, sadakatin, uzun yaşamanın, barışın temsilcisidir. “Gökyüzünde bölük bölük” uçarlar. Dost iline giden turnalara:“Ne olur bekle kelamı, kelamı. Kelamı, selamı al da öyle git” diye yalvarır âşık. Bağdat ellerinde Fatma Anayı, Yemen çöllerinde Hz. Ali’yi âşık ondan sorar. Telli turnanın selam götürmesini ister: Sonra vurur sazın tellerine: “Telli turnam selam götür / Sevdiğimin diyarına” diyerek haber salar. Hatta sevdiğinin uykusunun haram edilmesi görevi bile turnaya verilir. “Gidin turnalar gidin / Yârime haber edin / Yârim uykuda ise / Uykusun haram edin. Elbette. Âşığın yavuklusu kendisinden ayrı uyuyamaz. Nasıl uyur ki… Görülmüş müdür. Türkülerimiz turna ile iç içe. Birini diğerinden ayırmak zor. Çünkü onlar birbirlerini tamamlayan önemli iki unsurdur.

Âşık yüksekçe bir yere sekilenir. Elleri şakaklarında. Yol gözler. Dert yanacak, dert dinleyecek birini arar. Aşk elinden gönlündeki yaralar lime lime. Hali perişan. Yanar kavrulur. İçi fokur fokur kaynar. O sırada turnalar geçmektedir. Dizi dizi. Katar katar. Tam sırası der âşık… Alır sazını eline vurur teline. O âşık ustaların ustası Karacaoğlan’dır.

“Katar katar olmuş gelen turnalar
Şu halime şu gönlüme bak benim
Şahin pençe vurdu tüyüm ağarttı
Kanadıma bir ok vurdu berk benim”

Diyerek feryat figanını dile getirir. Bir başkası da dost diyarına selam gönderecek kelam götürecek birini arar. Yana yakıla kıvranır. Bulsun ki o da yârine, dostuna selam salsın. Dost elleri uzaktır. Dağlar sarp yollar ıssız. Karlı dağlar haşmetli. Tüm haşmetiyle dimdik ayakta, uçan kuşa geçit vermez dağlar. Amma… Turnalara dayanamaz. Aşılmaz dağların ustasıdır turnalar. Ancak bu dağları onlar aşar. “Bu kelamı, bu selamı ancak turnalar ulaştırır” diyerek dillendirir âşık sazını:

Dost eline giden turna
Bekle kelamı kelamı
Uğrar isen yar yanına
Eyle selâmı selâmı

Karacaoğlan, Emrah turnaya seslenir de, Çorumlu Kul Hüseyin durur mu? Elbette durmaz. O ada alır tezenesini vurur sazının teline: Bu bir selam salma değil yalvarışın, acımanın ifadesi olarak nağmeleşir tellerde.

Devredip gezerken dar-ı fenayı
Bağdat diyarına vardın mı turnam
Medine şehrinde Fatma Anayı
Makamı ordadır gördün mü turnam

Biz de beli dedik nice uluya
İman aldık ikrar verdik veliye
Necef deryasında İmam Ali’ye
Bu deryaya yüzler sürdün mü turnam

Diyerek dökülür yüreklere…

Telli turnam gelişiniz nereden
Yâr köyüne uğradı mı yolunuz
Bir haber isterim gül yüzlü yârden
Kerem eyle lâl olmasın diliniz

İnin şu yaylaya da edelim sohbet
İçerimde yara açıldı kat kat
Semaya ser çekti ah ile firkat
Hele biraz dertleşelim geliniz

Diyen Ruhsati de katılır kervana. Diller de tellerde nağmeleşen turna mistik bir havaya bürünür. Alevi cemlerinde Turna Semahı olarak görünür. Adını verdiği semahla dönen canlar turnanın uçuşunu, gökyüzündeki hareketlerini taklit ederek çark eder. Her dönüş onu Tanrı’ya biraz daha yaklaştırır. Biraz daha yukarıya çıkarır. Döndükçe döner. Döndükçe yükselir. Eller havada. Yükseldikçe dönen canlar Hak’la kucaklaşırlar. Turnalar Semahı canların Hak’la kucaklaşmasını sembolize eder. Kucaklaşması sayesinde tüm turnalı türküler dile gelir…

Ötüşür ötüşür gider
Oy turnalar turnalar

Turnam gelir kona kalka
Kanedinde gümüş halka

Badat’ın Basra’nın telli turnası
Turnam yardan haber geldi eğlenme

Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen Mevla’yı kalma yollarda

Kakın turnam kalkın Van’dan sökülün
Erciş’in gölüne dolun dökülün

Yemen ellerinden beri gelirken
Turnalar Ali’mi görmediniz mi

Dost iline giden turnam
Bekle kelamı kelâmı

Telli turnam selam götür
Sevdiğimin diyarına

Gökyüzünde bölük bölük turnalar
Yok mu insafınız aldı dert beni

Sabahtan cemalin seyran eyledim
Gönüller perişan elinden turnam

İki turnam gelir aklı kareli
İkisine sordum biri nereli

Turnam dertli öttün derdimi deştin
El vurdun yaramın başını açtın

Turnam gelir bizim elden
Yeni kalkmış Ağırgöl’den

Turnamın kanadı al yeşil telden
Çekerim ayrılık ne gelir elden

Turnam yükseklerden uçar
Allı kanadını açar

İki turnam gelir biri Bağdat elinden
Dost kanadını kırmış pirim ne gelir elden

Diyerek nağmeleşen türküler bazen coşkun akan sular gibi çağlar. Âşıkların dilinde, telinde koro halinde yükselir semaya.

Aleviler semahın kaynağının Kırklar Meclisi olduğuna inanır. “İnanışa göre Hz. Muhammet miraç dönüşü Kırklar Meclisine uğrar. O sırada Selmani Farisi bir üzüm tanesi ile içeri girer Hz. Muhammet’e; ‘Ey yoksulların hizmetçisi! Bu üzüm tanesini bize paylaştır’ der. Hz. Muhammet Cebrail’in getirdiği tabakta üzüm tanesini ezer şerbet yapar. Bu şerbet, kırklardan birinin dudağına değince hepsi kendinden geçer; ayağa kalkar ya Allah diyerek semah dönmeye başlar. O gündür bu gündür erenler meclisinde semah dönülür.“ Dönülen semahlardan biri de Turnalar Semahıdır.

Halk müziği klâsiklerimizin arasına giren Turnalar Semahı Sivas Divriği’den repertuvara girmiş. Türküyü Nida Tüfekçi Mahmut Erdal’dan derlemiş, repertuvar no: 1603’tür. Türkü bir halk müziği şaheseridir. Gerek ezgi zenginliği, gerekse usul zenginliği türkünün klasikleşmesini sağlayan önemli unsurlar olmuştur. Geçmişten günümüze varlığını koruduğu gibi gün be gün de klasikleşmesi artarak devam etmektedir. Türkümüzün müzik yapısı ile usul yapısı birbiriyle bütünleşmesine rağmen bu güzellikleri sözlerde görmek mümkün değildir. Şimdi türkünün TRT repertuvarındaki sözlerine bakalım:
Repertuvardaki sözler:

Gine dertli iniliyorsun
Sarı turnam sinen yaraladı mı
Hiç el değmeden de iniliyorsun
Sarı turnam sinen yaralandı mı
Yoksa ciğerlerin paralandı mı

Dost iline giden turnam / Bekle kelâmı kelâmı.

Yoksa sana yâd düzen mi düzdüler
Perdelerin tel tel edip üzdüler
Tellerini sırmadan mı süzdüler
Allı da turnam telli de Turnam
Sinen yaralandı mı / Yoksa ciğerlerin parelendi mi

Bu sözler Hekimhanlı Esiri’ye aittir. Aslında sözler beş dörtlük olup iki dörtlüğü semahta söz olarak kullanılmıştır. Kaynaktaki Hekimhanlı Esiri’ye ait sözler ise aşağıdaki gibidir:

Firkatli firkatli ne inilenirsin
Sarı turnam sinen parelendi mi
Niçin el değmeden sen inilenirsin
Telli turnam sinen parelendi mi

Sazım sana yâd düzen mi düzdüler
Tellerini haddeden mi süzdüler
Yâd el değip perdelerin bozdular
Sarı turnam sinen parelendi mi

Turnalar Semahında bu dörtlükten sonra gelen sözler Karacaoğlan’a aittir.

Karacaoğlan’a ait birinci dörtlük:

Havayı ey deli gönül havayı
Ay doğmadan şavkı dutmuş ovayı
Ak göğsün üstünde sedef düğmeyi
Çözüp gider bir gözleri sürmeli
Hay hay çekip gider bir gözleri sürmeli
Hay hay çekip gider bir gözleri sürmeli

İkinci dörtlük:

Kuru kütük yanmayınca tüter mi
Ak gerdanda çifte benler biter mi
Vakti gelmeyince bülbül öter mi
Ötüp gider bir gözleri sürmeli

Üçüncü dörtlük:

Dere kenarında yeller hurmayı
Kılavuz ederler telli turnayı
Ak göğsün üstünde ilik düğmeyi
Çözüp gider bir gözleri sürmeli

Ve repertuvardaki iki dize:

Karacaoğlan der ki geçti ne fayda
Bir vefa kalmadı ok ile yayda

Şimdi de Karacaoğlan kaynaklarındaki sözlere bakalım:

I. dörtlük:
Havayi hey deli gönül havayi
Ay doğmadan şavkı vurdu ovayı
Türkmen kızı katarlamış mayayı
Geçip gider bir gözleri sürmeli

II. dörtlük:

Ataş yanmayınca duman mı tüter
Ak göğsün üstünde uban mı biter
Vakti gelmeyince bülbül mü öter
Öter gider yaylasına bir gelin

III. dörtlük:

Deniz kenarında yerler hurmayı
Kılavuz katalar telli turnayı
Ak göğsün üstünde yalaz düğmeyi
Çözer gider yaylasına bir gelin şeklinde kaynaklara geçmiştir.

Şimdi semaha söz olarak geçen koşmaların genel bir analizini yapalım: “Havayi de deli gönül havayi” dizesiyle başlayan 1. dörtlük ile “Kuru kütük yanmayınca tüter mi“ dizesiyle başlayan II. dörtlük Karacaoğlan kaynaklarında altı dörtlük olarak kayıtlara geçmiştir. Kaynaklara altı dörtlük olarak geçen koşmanın sadece II. ve III. dörtlüğü semaha söz olmuştur. Semaha söz olarak geçmeyen koşmanın diğer dörtlükleri aşağıdaki gibidir.

Biz de düştük bir güzelin ardına
Güzel göçmüş biz konalım yurduna
Yıkılası karlı dağın ardına
Çekip gider bir gözleri sürmeli

Dört yanında Arap attan inerler
Yürü diye küheylana binerler
Güzellerin salağına konarlar
Konup göçer bir gözleri sürmeli

Başına almış bir ince yemeni
Aramızdan kaldıralım gümeni
Ak topuk üstünde sandal tumanı
Boğup gider bir gözleri sürmeli

Karacaoğlan der de lebin bal gibi
Giydiğin elbise sırma tel gibi
Reyhana karışmış sırma tel gibi
Kokup gider bir gözleri sürmeli

Semahtaki Karacaoğlan’a ait bir diğer söz de Deniz kenarında yerler hurmayı dizesiyle başlayan III. dörtlüktür. Bu koşma da Karacaoğlan kaynaklarında dört dörtlük olarak yayımlanmış, ancak bir dörtlüğü semaha söz olarak geçmiştir. Karacaoğlan kaynaklarındaki sözler aşağıdaki gibidir.

Deniz kenarında yerler hurmayı
Kılavuz ederler telli turnayı
Ak göğsün üstünde yalaz düğmeyi
Çözer gider yaylasına bir gelin

Ayağına giymiş telli yemeni
Kaldıralım aralıktan gümanı
Ak topuk üstünde atlas tumanı
Döker gider yaylasına bir gelin

Ateş yanmayınca duman mı tutür
Ak göğsün üstünde çimen mi biter
Vakti gelmeyince bülbül mü öter
Öter gider yaylasına bir gelin

Merdine de Karacaoğlan merdine
Yaktı beni ateşine urduna
Anaçtaki karlı dağın ardına
Aşar gider yaylasına bir gelin

Semah: Karacaoğlan derki geçti ne fayda / Bir vefa kalmadı ok ile yayda dizesiyle bitmektedir. Karacaoğlan kaynaklarında bu dizeler:

Karacaoğlan der ki ama ne fayda
Rağbet kalmadı hiç yoksul da bayda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
On iki ayın birisinde gidelim

Dörtlüğünden koparak semaha söz olmuştur. Aslında dizeler bir bütünlük arz etmediği için türküde yamalık gibi durmaktadır. Semaha söz olan koşmanın diğer dörtlükleri aşağıdaki gibidir.

Ala gözlüm benim ile dilersen
Bahar ayları gelsin de gidelim
Bağlar almış ılkımını karını
Yollar çamur kurusun da gidelim

Erisin dağların karı erisin
İnsin seli düz ovayı bürüsün
Türkmen ilyi yaylasına yürüsün
Ak kuzular melesin de gidelim

Met’hederler Karaman’ın ilini
Köprüsü yok geçemedim selini
Kervan Yaylası’nı Perçem Beli’ni
Lâle sümbül bürüsün de gidelim

Üç gün oldu bizim evler göçeli
Beş gün oldu Ceyhan suyun geçeli
Önü al önlüklü yüzü peçeli
Hanım kızlar yürüsün de gidelim

Karacaoğlan der ki ama ne fayda
Rağbet kalmadı hiç yoksulda bayda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
On iki ayın birisinde gidelim

Şeklindedir.

Üç bölümlük semahta semahın ilk iki dörtlüğünün sözleri Hekimhanlı Esiri’ye aittir. Esiri’nin bu şiiri beş dörtlük olup 1931 yılında Sivas Halk Şairleri toplantısında (Sivas Âşıklar Bayramı) Âşık Süleyman tarafından okunmuş, Ahmet Kutsi Tecer tarafından kaleme alınmış, Musiki Mecmuasında da yayımlanmıştır. Ahmet Kutsi Tecer’in tespitlerinde sözler Âşık Feryadi’ye aittir. Yrd. Doç. Mehmet Yardımcı’nın Hekimhanlı Esiri adlı kitabında ise sözler Âşık Esiri’nindir. Hekimhanlı Esiri’ye ait sözlerin bazı dizeleri değiştirilerek semahın ilk bölümüne eklenmiştir. Hangi dizenin aslına uygun olup olmadığının tespiti için repertuvardaki sözlerle kaynaktaki sözler alt alta yazılmıştır. Karşılaştırıldığı zaman aradaki fark görülecektir. Semahta Esiri’ye ait kullanılmayan sözler ise aşağıdaki gibidir.

Sana kelam söyler davudi diller
Şu senin sedana maildir eller
Göğsüne takayım alışkın teller
Sarı turnan sinen paralandı mı

Beş perdeden çalınıyor bağlama
Esip firgatınan sinem dağlama
Bulam ustasını canan ağlama
Sarı turnam sinen paralandı mı

Niçin yas tutarsın giydin karalar
Ahiret derdine nedir çareler
Esiri der nedir derde çareler
Sarı turnam sinen paralandı mı

Semahta Esiri’nin dizelerinden sonra gelen sözler Karacaoğlan’a aittir. Karacaoğlan’a ait dörtlükler üç ayrı koşmadan alınmıştır. Onun için de dörtlük arasında anlam bütünlüğü yoktur. Ayrı şiirlerden alınan dizelerin değiştirilerek sözlere adapte edilmesi şiirinin bütünlüğünü bozmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi semah:

Karacaoğlan der ki ne fayda
Bir vefa kalmadı ok ile yayda

dizeleriyle bitmektedir. Dizedeki “ok” ile “yay” dan bir vefa beklemek söz konusu olamaz. Ok ile yay nasıl bir vefa sağlayabilir ki… Dörtlük incelendiğinde ok ile yayın dizelerle bütünleşmediği görülecektir. Onun için bu dizenin “Bir vefa kalmadı yoksulda bayda” olması gerekir. Karacaoğlan kaynaklarındaki dizeler de böyledir. Semahtaki Karacaoğlan’a ait sözler büyük ustanın üç ayrı koşmasından alınmıştır. Onun için dörtlüklerde ki ayaklar birbirini uygun değildir. Koşmaların ifade ettiği anlamlarda farklıdır. Eğer semahta kullanılan koşmalar farklılıklar arz etmesiydi böyle bir problem yaşanmayacak bilenlerin de kulağını tırmalamayacaktı.

Sonuç olarak klasikleşmiş bir halk müziği şaheserinin sözlerinin kopukluk yaratması bilen kişileri rahatsız etmektedir. Ayrıca sözlerin mistik olmayışı da ayrı bir inceleme konusudur. Zira tüm semah sözleri dini içeriklidir. Ritüeldir. Ama Turnalar Semahında bu özellik yoktur. Sözlerin bu semahta nasıl ve hangi şartlarda kullanıldığını bilemiyoruz. Bildiğimiz bir gerçek var o da semahlarda dini içerikli olmayan sözlerin kullanılmayacağıdır. Kullanıldığını göre bir nedeni olmalı. Nedeni de toplumsal baskı. Toplumun baskısı aşk şairi, sevda şairi Karacaoğlan’ın dörtlüklerini semah sözü yapmış. Rahmetli Nejat Birdoğan Hoca semahın sözlerinin muhakkak dini içerikli olması gerektiğini söylerdi.Demek ki geçmişten günümüze neler kaybettik. Aşkı hakikiyle aşkı mecaziyi karıştırdık. Turnaları en iyi ifade eden sazımızın tüm özelliklerini ve güzelliklerini geçmişten günümüze taşıyamadık. Acı … Ama gerçek…

KAYNAKÇA
Ali Esat BOZYİĞİT : Halk Şiirimizde Turna, Türk Folklor Araştırmaları, S. 294, s. 6877–6878 İstanbul 1974.
Armağan ELÇİ : Semah Geleneğinin Uygulanması, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S. 12, Ankara 1999 s. 171–184.
Gamze TÜFEKÇİ : Semahlar, Motif Dergisi S.29.
Gıyasettin AYTAŞ : Türkülerde Turna, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Kış 2004.
İlhan Cem ERSEVEN : Alevilerde Semah, 3. Baskı, Ant Yayınları İstanbul 1996.
M. Tevfik OYTAN : Bektaşiliğin İç Yüzü, 7. Baskı İstanbul Maarif Matbaası, İstanbul 1979.
Mehmet ERÖZ : Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşilik, Ankara Kültür Bakanlığı Yayını 1990.
Metin AND : Kutsal Kuşlar ve Turna Dansı, Forum, S. 101, Ankara 1958, s. 18–19.
Şükrü ELÇİN : Türk Halk Edebiyatında Turna Motifi, Türk Kültürü Araştırmaları, S. 1–2, s. 79–94.